Kadir Kıvılcımlı
Tarihsel önemi olan film festivalleri vardır, Cannes ya da Venedik gibi. Tematik film festivalleri de vardır, bağımsız filmleri ağırlayan Sundance ya da fantastik filmlerin ev sahibi Avoriaz gibi. İstanbul Film Festivali'nin dışarıdan bakanlar için nasıl bir imge verdiğini bilemem. Bildiğim, içeriden bakanlar bizler için okul gibi gözüktüğüdür: Devamsızlık yapmamaya çalıştığımız, kaçırdığımız dersler için hayıflandığımız bir okul.
Ne kadar işimize gelse de, bir festivalin böylesi bir işlevi yüklenmesi doğru mu? Acaba sinemanın geçmişini öğreten bir okul olma adına, İstanbul Film Festivali'nin programı biraz hantallaşmıyor mu? Yine bu işlev yüzünden festival programında tekrarlara düşülmüyor mu? Şu bir gerçek: Sinematek yoksunu bir şehrin festivali, okul olma görevini üstlenmek zorunda kalıyor. İşte bu yüzden festivalin ağırlığı oyuncu ve yönetmenlerin adına düzenlenmiş toplu gösterimlerde. İşin hoş yanı, tam da bu nedenle, eski festivallerin yıllarıyla değil, adına toplu gösterim yapılan sinemacıların adlarıyla anılması: Pasolini yılı, Visconti yılı, Hitchcock yılı, Bunuel yılı... Kimi filmlerin tekrarı için mızırdananlara da ufak bir soru: On yıl aradan sonra bir Pasolini yılı daha yaşasak itirazınız olur mu? Konuyu sinemacı yıllarına getirmişken bir ganyan önerisi: Diyelim bir on yıl sonra bu yılı hangi isimle anacağız? De Sica mı, İmamura mı yoksa Delon mu? | Bu yılki festivalin tartışma yaratan afişi |
Anısına: Vittorio De Sica toplu gösteriminde, hele daha önce izlememiş olanlar için kaçırılmaması gereken filmler var: Yeni Gerçekçilik'in romantizm batağına saplanışını izleyip kahırlanmak isteyenler Milano'da Mucize'yi, en formda döneminde Aya Sophia Loren'e "bakmak" isteyenler İki Kadın'ı, "şunu bir de perdede izleyelimciler" Bisiklet Hırsızları'nı, yaşlı pornografisine meraklılar Umberto D.'yi yeğleyebilir. Benim favorim ise, Loren - Mastroiani'den bile vurucu bir ikiliye, Jennifer Jones - Montgomery Clift'e sahip olan Termini İstasyonu. Unutmayalım; melodram oluşundan utanmayan melodram, iyi filmdir.
De Sica'nın yönetmen olarak imgesi geçmiş yıllarda anısına toplu gösterim yapılanlar kadar güçlü değil. Üstelik toplu gösterimdeki filmlerin çoğu TV'lerde defalarca yayınlandı. Bu nedenle ganyanın favorisi İmamura gibi gözüküyor. İstanbul sinemalarının seksenli yıllar boyunca sürdürdüğü yaz toplu gösterimlerinin demirbaşı Narayama Türküsü'nü saymazsak, buralarda pek bilinmiyor İmamura. Belgeselden polisiyeye, dramdan su katılmamış melodrama, türler arasında dolaşmayı seven velut bir yönetmenle karşı karşıyayız.
Erksan’a daha var, mı?
Filmlerin isimlerine kanmamanızı salık veririm: İntikam Benim tam bir polisiye değil, Pornocular'ın günümüz porno evreniyle bir ilintisi yok, Cinayet Niyetleri ise omurgası aşk olan bir film. İmamura filmlerinin konularına kafayı takmazsanız, alışılmadık biçemlerinden keyif alabilir, en azından şaşırma hakkınızı kullanmış olursunuz.
Ustalara Saygı bölümünün diğer bir konuğu Stephen Frears. Bir yanıyla Loach'un ilk yıllarına diğer yanıyla Hollywood sinemasına yakın bir yönetmen Frears: Sinema dili alışıldık olandan uzaklaşmayan ama Thatcher karşıtlığında kristalize olan politik özünü de yitirmeyen bir adam. Yaşları tutmadığı için Benim Güzel Çamaşırhanem'i sinemalarda izleyemeyenlere güzel bir fırsat. Kahır yoluyla lütuf işte; toplumsal koşulların kötülüğü bazen iyi sinema doğurabiliyor. Sammy ve Rosie İşi Pişirdi, Liam aynı kulvarın filmleri. İhtiras Tomurcukları ise, nazar boncuğu olarak, muhalifin para kazanmak için yaptığı işlerin örneği. Eh, Tehlikeli İlişkiler olacağına bu olsun, iyidir.
Türk usta olarak Tunç Başaran seçilmiş - Erksan için daha kaç yıl bekleyeceğiz acaba? Nedir, Başaran toplu gösteriminde aklıma takılan bir pürüz var: Başaran'ın kariyerinin ilk yarısında çektiği iş filmleri festivale yakışır mı bulunmadı yoksa Başaran 1987'den sonra mı ustalaştı? Hiç olmazsa Yılmaz Güney ile çektiği bir film sunulsaydı. Yine de, gösterimi açısından şanssızlıklar yaşayan Sen de Gitme'yi henüz izleyemeyenler bir kenara not düşsünler.
Bizden önceki kuşağın genç kızlarına iç geçirten Alain Delon genellikle görmezden gelinen, arada bir görüldüğünde de umursanmayan bir oyuncu: Bebek yüzlülerin makus talihi! Ne var ki, sadece programdaki listeye bir bakmak bile onun yakışıklı olmanın ötesinde pırıltılar taşıdığını kanıtlamak için yeterli. Bir oyuncu Clement, Melville, Verneuil, Losey, Blier gibi birbirlerinden çok farklı yönetmenlerin ortak paydası ise, bir an durmalı: Delon'u genç kız posteri olarak görmek haksızlık. Bence festivalin en güzel sürprizi bu toplu gösterimde. Yıllar önce, TV'nin siyah-beyaz döneminde izleyip hayran olduğum Kiralık Katil, Delon filmi olmanın yanında Fransız usulü film noir'ın da seçkin bir örneği. Kızgın Güneş ise, iddiaların zıddına, Minghella'nın filminden açık ara önde değil fakat bir Ripley uyarlamasını kaçırmak yakışık almaz. Bir de Losey'in anti-faşist filmi Kaderi Arayan Adam'ı ekleyelim. Evet, Delon politik filmlerde de oynamıştı - Leopar'ı anımsayın.
Discovery Channel’ı unut
Bir ufak parantez de Christopher Lee için: Hammer Films yapımlarını perdede izlemenin nasıl bir deneyim olduğunu düşündükçe heyecanlanmıyorsanız sinema sevginizden şüphe ederim.
Ustalara Saygı üstbaşlığını taşımasa da, saygıyı hakeden yönetmenlerin yakın tarihli filmlerini de bir toplu gösterim olarak düşünmek mümkün. Bille August'un, Jacques Rivette'in, Bertrand Tavernier'nin, Claude Miller'in, Goran Paskaljeviç'in, Vicente Aranda'nın, Ken Loach'un, Stanley Kwan'ın, Ventura Pons'un kendi fan kitleleri mevcut. Bildik isimlerin filmleri arasında dikkat çekmek istediğim üçü şunlar: Tecimsel olmak ile olmamak arasında salınmaktan vazgeçmeyen Fred Schepisi'nin Son Dilek'inde Michael Caine, Tom Courtenay ve David Hemmings var. Madem festivalimiz artık yönetmenler kadar oyuncuları da önemsiyor, biz de üçünü bir arada bulmuşken kaçırmayalım. Betty Blue ile seksenli yılların sayılı kültlerinden birini kotaran Jean-Jacques Beineix'in aynı formu sürdürüp sürdüremediği sorusunun yanıtı da Ölümcül Devir'de. Son olarak, yıllar önce Vincent'i izleyip sevenler Paul Cox'un aynı kulvarda koşan filmi Vaclav Nijinski'nin Anıları'nı ihmal etmesinler. Cox'un tarzına yabancı olanlara tavsiyem, bu filme Discovery Channel belgesellerini tamamen unutarak gitmeleri.
Cox'un filmiyle belgesellere girmişken Abbas Kiorastami'nin ABC Afrika'sına dikkat çekmek istiyorum. Hiperraktif izleyiciye diyazem etkisi yapsa da soğukkanlı anlatımı ile epeyi takipçi toplayan İranlı, bu kez pek de soğukkanlı anlatılamayacak bir konuya el atmış: Afrika'da AIDS'ten kırılan kabilelerin bu biçemle nasıl anlatılacağını çok merak ediyorum doğrusu. İmamura izleyecek olanların tamamlayıcı bilgi olarak Paolo Rocha'nın Serbest Düşünür İmamura'sını da izlemelerinde yarar var; üstelik aynı seansta bir de Rosselini belgeseli yanında bedava!
Buraya dek yazdıklarım ya daha önceden izlediğim filmler ya da sinemalarını bildiğim yönetmenler üzerineydi. Şimdi açık denize yönelme zamanı: Shakespeare'in alegorik uyarlaması olan Don Boyd'un Krallığım'ı, Bertrand Bonello'nun Pornografi'si, Christian Forsch'un Kafka-Parçalar'ı, Jan Cvitkoviç'in Ekmek ve Süt'ü, Laurent Cantet'nin İş Yok Zaman Çok'u konularıyla çekici olan filmler. Nedir, program da beğeniler de bunlarla sınırlı değil. Örneğin şimdiye dek izledikleri dogma filmleriyle iflah olmayanlar Gerçek Bir İnsan ya da Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca'yı izleyebilir ya da çöp çekme usulü film seçebilirler - ikinci yöntem denenmiş ve işe yaramıştır!
Sonsöz yerine şunu söyleyeyim: Beğenmediğiniz filmler için hayıflanmayın. Gün gelir, onların da yaşamınızı nasıl renklendirdiğinin farkına varırsınız.
İyi seyirler...